27 Haziran 2016 Pazartesi

Büyükusta

Marcelo Lippi önderliğindeki İtalya, satranç taktikleri kullanarak 2006 Dünya Kupası’nı nasıl kazandı

                                                                                                                                              Michael Cox

Futbol ile satranç arasında karşılaştırma yapmaya oldukça alışkınız. İki oyun arasındaki benzerliklerden ilki oyunların içerisinde kullanılan stratejik terimlerdir. İkinci benzerlik ise savunma yaparken dikkatli olmayı amaçlayan taktikleri yorumlamak ve eleştirmektir. Fakat bir futbol takımının oyun felsefesinin, satranç ile kıyaslandığına nadiren şahit oluruz.

Futbolda ve satrançta amaç aynıdır. Şahı, kaleci olarak düşünürseniz, hücum ederken amaç oyun alanını kullanarak rakip şahı mat etmek;  savunma yaparken de amaç şahı korumaktır. “Altmış dört” kareden oluşan satranç tahtasında ve çim sahada kazanmak tek şeyi korumaya bağlıdır – satrançta şah, futbolda kale.

Buna rağmen önemli farklardan biri futbolcuların ve taşların dizilişleridir. Futbolda forvetler, kanatlar ve oyun kurucular rakibe yakın oyuna başlar. Halbuki satrançta kaleler, atlar, filler ve vezir - onları hem koruyan hem de kısıtlayan -  piyonların arkasında oyuna başlar.  Karşılaşmayı piyonlar şekillendirir, fakat diğer taşlar en göze batan ve en can alıcı katkıyı sağlar.

Bu açıdan, Marcello Lippi’nin oyun felsefesini benimseyerek 2006 Dünya Kupası’nı kazanan İtalya Milli Futbol Takımı, futbol tarihindeki en satrançvari takımdır. Hücumcular aslında atak yapmıyordu - onlar piyonlardı. Asıl tehlike daha geriden gelmişti.

Turnuva boyunca Lippi kadro seçiminde dehasını konuşturdu. Kadrosunda yer alan 23 oyuncunun 21’inden (iki yedek kaleci hariç) faydalandı ve şaşırtıcı olan kadrodaki altı forvetin – Francesco Totti, Luca Toni, PippoInzaghi, Alessandro Del Piero, Alberto Gilardino ve Vincenzo Iaquinta - hepsinin gol atmasıydı. İtalyanlar 12 gol atmıştı ama sadece Toni ve Materazzi birden fazla gol kaydetmişti. İkisinin de golleri, maçların en kritik anlarında duran toplardan gelmişti. Savunmada ise yedi farklı defans oyuncusu maçlara ilk on birde başladı. Buna rağmen biri ABD maçında kendi kalelerine attıkları garip gol ve finalde tartışmalı bir penaltı sonucu yedikleri diğeri olmak üzere kalelerinde sadece iki gol gördüler. Takım harika bir iş çıkarmıştı.


Piyonlar

Lippi 4-3-1-2 ve 4-2-3-1 dizilişlerini kullandı. Geleneklerine bağlı biri olarak bilinen Lippi, turnuvanın ortasına dek dizilişlerden vazgeçmedi. Ama asıl sorun Lippi dar alanda oynanan 4-3-1-2’ye uygun bir kadro seçmişti ve onun elinde 4-2-3-1‘nin kanatlarında görev yapabilecek oyuncular yoktu.

İtalya’da altyapılardan, adam eksiltebilen kanat oyuncusu çok nadiren yetişir, bu yüzden kadroda bu tipte bir futbolcunun olmamasını kimse yadırgamadı. Oysaki Lippi’nin ilk açıkladığı 27 kişilik aday kadroda iki kanat oyuncusu Franco Semioli ve Marco Marchionni yer alıyordu. Marco Marchionni kadrodan çıkartılmasa, dört yıl sonraki turnuvada İspanyol Jesus Navas’ın göstereceği performansı sergileyebilirdi.

Kadrosunda kanat oyuncusu kalmayan Lippi, 4-2-3-1’in kanatlarında Mauro Camoranesi ve Simone Perrotta’yı kullandı. İkisi de alışkın olduğumuz kanat oyuncuları değildi. Camoranesi dörtlü orta sahanın sağında oynamaya alışkındı, ama Lippi onu Juventus’ta 4-3-1-2 dizilişinde düzenli olarak “shuttler” (Ç.N badminton oyuncusu) rolünde oynatmıştı. Diğer yandan Perrotta da aslında çalışkan ve disiplinli bi merkez orta sahaydı. Lippi 2008 yılında Independent gazetesinden Glenn Moore’a verdiği röportajda “O güne kadar Almanya’ya en teknik futbolcuları götürmediğimi biliyordum. Fakat bir takım yaratabileceğim futbolcuları çağırdığıma çok emindim.” demişti.


Camoranesi ve Perrotta mucizeler yaratmadı, onun yerine kontrollü oynadılar. Yaptıkları akıllı alan savunması sayesinde rakip hücum beklerinin bindirmelerini engellediler. Bu ikili diğer yarı finalist takımların kanatlarından bariz farklıydı: Fransa’dan Franck Ribery ve Florent Malouda, Portekiz’den Luis Figo ve Cristiano Ronaldo ile Almanya’dan Bernd Schneider ve Bastian Schweinsteiger (vasat bir kanat oyuncusuna devşirildiği ilk zamanlar)’den farklıydılar. Bu futbolcuların hepsi hızlı ve gole yakın hücum oyuncularıydı. Finalde İtalya ve Fransa aslında aynı dizilişle sahada olmasına rağmen iki takım arasındaki fark kanat oyuncularının sahip oldukları özelliklerdi. Fransa maça 4-2-3-1 başladı; İtalya ise daha defansif 4-4-1-1 taktiği ile sahaya çıktı. Bu farklılık etkisini gösterdi: Camoranesi ve Perrotta tehlikeli hücumcular değildi, onlar piyonlardı.

Lippi’nin çift forvet olarak ilk seçimi Totti ile Toni’ydi, ve işin garibi onlar kendilerini göstermek yerine takım için oynamayı seçtiler. Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü sahibi Toni’yi ve efsanevi oyun kurucu Totti’yi, verilen görevi sonuna kadar yerine getiren oyuncular olarak izlemek tuhaf gelebilir, fakat turnuva boyunca gerçekleşen buydu. Toni iki gölünü de aynı maçta kaydetti. Fransa 1998’deki Fransız forvet Stephane Guivarc’h(*) gibi değildi. Odaklandığı şey takımı rakip kaleye yaklaştırmak için savaşmaktı. Sadece topu ileride tutmakla kalmayıp aynı zamanda rakip defansı da orta sahadan uzaklaştırıyordu. Aynı esnada Totti hiç durmadan rakip takıma pres yapıyordu. Çeyrek finalde kendisiyle markaj yapan Ukraynalı orta saha Viacheslav Sviderskiy’i oyundan düşürmekle kalmamış, Sviderskiy’nin sebep olduğu boş alandan takım arkadaşlarının faydalanmasını sağlamıştı.


Bir futbol terimi ile açıklarsak, Toni ve Totti takımlarının iyiliği için kendilerini “feda” ettiler. Piyonlarla onları karşılaştırmak gerekirse, bu nasıl ifade edilebilirdi? “Feda” satrançta anlamı en çok kavranabilen terimlerden biridir. Oyunun başlangıcında, piyonlar oyuna hâkim olma konusunda çok önemlidir; fakat bir piyonun oyunun içinde ne kadar kalacağını nadiren bilirsiniz. Bazen bir piyonu kaybedeceğinizi bilerek onu yem olarak rakibin önüne atarsınız - çünkü piyon rakibi tuzağın içine çeker ve daha güçlü taşlarınızın hâkimiyeti ele geçirmesini sağlar. Sovyet büyükusta Alexander Kotov “Merkezdeki piyonların yerleşimi, bir satranç oyununun topoğrafisini belirler.” diye söyler. Bu İtalya’nın ileri dörtlüsünün yaptığı şeyin aynısıydı. Daha yakından bakacak olursak, Lippi’nin elinde sekiz piyonu vardı – ayrı ayrı feda edilebilen altı forvet ve ayrıca Camoranesi ve Perrotta.

Kıymetli taşlar

Atlar ve fillere eşdeğer bulmak zordur ama futbolun içeriğine göre kolayca tanımlayabileceğimiz dört satranç taşı şah, vezir ve iki kaledir. Şah, defanstaki son adamınız olan kalecinizdir. En güçlü taş vezir ise uzun paslarla oyunu istediği yöne çevirebilen, defansın önündeki oyun kurucudur. Son olarak kaleler, defansın sağında ve solunda yer alan ama kanatlardan bindirmeler yaparak ileri çıkan kanat bekleridir.

Satranç taşları arasında bir sıralamaya göre, vezir ve iki kale hazine değerindeki en kıymetli taşlardır (şahı tenzih ederek, çünkü şah paha biçilemezdir ve mat olursanız oyunu kaybedersiniz). Bu pozisyonlardaki seçimleri için, Lippi kendisi ile ne kadar övünse azdır: turnuvanın en güçlü şahı Gigi Buffon, haşmetli vezir Andrea Pirlo ve hiç durmayan kaleler Fabio Grosso ve Gianluca Zambrotta. İtalya’nın eleme turlarındaki en önemli üç saldırı silahı hücumcular değildi, onlar geriden gelen Pirlo, Grosso ve Zambrotta’ydı.


Hem yarı finalde hem de finalde maçın adamı seçilen Pirlo turnuvanın en iyi oyun kurucusuydu. Defansın önünde yer alarak maça ağırlığını koyuyordu. Çapraz paslar atarak, topu durmaksızın kanat bekleri ile buluşturdu. Satrançta ise vezirin yolu kaleler ile nadiren kesişir, oyunun sonlarına doğru birbirlerine yaklaşırlar. Satrançtaki vezire nazire yaparcasına, Pirlo önüne çıkan rakiplerinin ve takım arkadaşlarının üzerinden pas atabilmek gibi özel bir yeteneğe sahipti.

İtalya’nın golle sonuçlanan ataklarında genellikle iki kalesinin, Zambrotta ve Grosso’nun imzası vardı. 18. yüzyılın efsanevi satranç oyuncusu Fransız François-Andre Danican Philidor “Şaha yakın duran filin önündeki piyon ile şahın önündeki piyonu değiştirmek her zaman avantajlıdır” der. “Bu merkezin hâkimiyetini almanıza olanak sağlar ve ayrıca saldırması için kalenizin önünü açar. Karşılaştırma çok açık – kanat oyuncuları rakiplerini bozup orta sahanın kontrolüne yardımcı olurken, kenar beklerinin bindirme yapabilmesi için alan açtılar. Perrotta, Grosso için alan yaratırken, Camoranesi aynısını Zambrotta için yapıyordu.

Ukrayna karşısında alınan 3-0’lık çeyrek final zaferi her şeyi özetliyordu. Zambrotta gol perdesini harika bir bindirme ile açtı. Grosso’nun kazandırdığı köşe vuruşundan Toni ilk golünü attı. Ve üçüncü golde Zambrotta’nın getirdiği topta Toni’ye sadece dokunmak kalmıştı. Her atağın başlangıcı Pirlo’nun ayaklarına bakıyordu.

İkinci turdaki Avustralya ve yarı finaldeki Almanya’ya karşı oynanan gergin eleme maçları, Grosso sayesinde kazanıldı. Grosso Avustralya karşısında tartışmalı ve kritik bir penaltı(**) kazanılmasına neden oldu ve maçın tek golü bu penaltıyı gole çeviren Totti’den geldi. Sonrasında 2-0’lık Almanya zaferinde, Pirlo’nun harika ara pasıyla - turnuvanın en güzel hareketlerinden biriydi – ilk golü atan yine Grosso’ydu.


Bu hamleler oldukça geç yapıldı; Avustralya’ya karşı 90+3’te ve Almanya’ya karşı ikinci uzatma devresinin bitmesine iki dakika kala. Satranca başlayan her oyuncuya öğretildiği gibi kalelerin etkinliğini oyunun sonlarında en yüksek seviyeye çıkar, çünkü boş alanları tümüyle değerlendirirler.

İtalya’nın Fransa’yı mat ettiği finalde, kaleler pozisyonlarını koruyup ileriye çıkmadılar. Penaltı atışlarında topun başına ilk geçen Pirlo’ydu. Grosso’nun kullandığı beşinci ve son penaltı sonrası İtalya Dünya Şampiyonu olmuştu. İtalya’nın satrançvari zaferini, Palermo’nun sol beki Grosso’nun taçlandırması harikaydı. Sicilyalı defanstan daha iyi kim olabilirdi ki?


Çeviren: Toygar Çalapöver
(*): Daily Mail gazetesi tarafından “Premier Lig’de oynayan en kötü oyuncu seçilen Fransız forvet.

(**):  Penaltı pozisyonun içinde eski GS’lı Lucas Neill vardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder