Marcelo Lippi önderliğindeki İtalya, satranç taktikleri kullanarak 2006 Dünya Kupası’nı nasıl kazandı
Michael Cox
Futbol ile satranç arasında karşılaştırma yapmaya oldukça alışkınız.
İki oyun arasındaki benzerliklerden ilki oyunların içerisinde kullanılan
stratejik terimlerdir. İkinci benzerlik ise savunma yaparken dikkatli olmayı
amaçlayan taktikleri yorumlamak ve eleştirmektir. Fakat bir futbol takımının oyun
felsefesinin, satranç ile kıyaslandığına nadiren şahit oluruz.
Futbolda ve satrançta amaç aynıdır. Şahı, kaleci olarak düşünürseniz,
hücum ederken amaç oyun alanını kullanarak rakip şahı mat etmek; savunma yaparken de amaç şahı korumaktır.
“Altmış dört” kareden oluşan satranç tahtasında ve çim sahada kazanmak tek şeyi
korumaya bağlıdır – satrançta şah, futbolda kale.
Buna rağmen önemli farklardan biri futbolcuların ve taşların
dizilişleridir. Futbolda forvetler, kanatlar ve oyun kurucular rakibe yakın
oyuna başlar. Halbuki satrançta kaleler, atlar, filler ve vezir - onları hem
koruyan hem de kısıtlayan - piyonların arkasında
oyuna başlar. Karşılaşmayı piyonlar
şekillendirir, fakat diğer taşlar en göze batan ve en can alıcı katkıyı sağlar.
Bu açıdan, Marcello Lippi’nin oyun felsefesini benimseyerek 2006 Dünya
Kupası’nı kazanan İtalya Milli Futbol Takımı, futbol tarihindeki en satrançvari
takımdır. Hücumcular aslında atak yapmıyordu - onlar piyonlardı. Asıl tehlike
daha geriden gelmişti.
Turnuva boyunca Lippi kadro seçiminde dehasını konuşturdu. Kadrosunda
yer alan 23 oyuncunun 21’inden (iki yedek kaleci hariç) faydalandı ve şaşırtıcı
olan kadrodaki altı forvetin – Francesco Totti, Luca Toni, PippoInzaghi, Alessandro
Del Piero, Alberto Gilardino ve Vincenzo Iaquinta - hepsinin gol atmasıydı. İtalyanlar
12 gol atmıştı ama sadece Toni ve Materazzi birden fazla gol kaydetmişti. İkisinin
de golleri, maçların en kritik anlarında duran toplardan gelmişti. Savunmada ise
yedi farklı defans oyuncusu maçlara ilk on birde başladı. Buna rağmen biri ABD
maçında kendi kalelerine attıkları garip gol ve finalde tartışmalı bir penaltı
sonucu yedikleri diğeri olmak üzere kalelerinde sadece iki gol gördüler. Takım
harika bir iş çıkarmıştı.
Piyonlar
Lippi 4-3-1-2 ve 4-2-3-1 dizilişlerini kullandı. Geleneklerine bağlı biri
olarak bilinen Lippi, turnuvanın ortasına dek dizilişlerden vazgeçmedi. Ama
asıl sorun Lippi dar alanda oynanan 4-3-1-2’ye uygun bir kadro seçmişti ve onun
elinde 4-2-3-1‘nin kanatlarında görev yapabilecek oyuncular yoktu.
İtalya’da altyapılardan, adam eksiltebilen kanat oyuncusu çok nadiren yetişir,
bu yüzden kadroda bu tipte bir futbolcunun olmamasını kimse yadırgamadı. Oysaki
Lippi’nin ilk açıkladığı 27 kişilik aday kadroda iki kanat oyuncusu Franco
Semioli ve Marco Marchionni yer alıyordu. Marco Marchionni kadrodan
çıkartılmasa, dört yıl sonraki turnuvada İspanyol Jesus Navas’ın göstereceği
performansı sergileyebilirdi.
Kadrosunda kanat oyuncusu kalmayan Lippi, 4-2-3-1’in kanatlarında Mauro
Camoranesi ve Simone Perrotta’yı kullandı. İkisi de alışkın olduğumuz kanat
oyuncuları değildi. Camoranesi dörtlü orta sahanın sağında oynamaya alışkındı,
ama Lippi onu Juventus’ta 4-3-1-2 dizilişinde düzenli olarak “shuttler” (Ç.N badminton
oyuncusu) rolünde oynatmıştı. Diğer yandan Perrotta da aslında çalışkan ve
disiplinli bi merkez orta sahaydı. Lippi 2008 yılında Independent gazetesinden
Glenn Moore’a verdiği röportajda “O güne kadar Almanya’ya en teknik futbolcuları
götürmediğimi biliyordum. Fakat bir takım yaratabileceğim futbolcuları
çağırdığıma çok emindim.” demişti.
Camoranesi ve Perrotta mucizeler yaratmadı, onun yerine kontrollü
oynadılar. Yaptıkları akıllı alan savunması sayesinde rakip hücum beklerinin
bindirmelerini engellediler. Bu ikili diğer yarı finalist takımların kanatlarından
bariz farklıydı: Fransa’dan Franck Ribery ve Florent Malouda, Portekiz’den Luis
Figo ve Cristiano Ronaldo ile Almanya’dan Bernd Schneider ve Bastian Schweinsteiger
(vasat bir kanat oyuncusuna devşirildiği ilk zamanlar)’den farklıydılar. Bu
futbolcuların hepsi hızlı ve gole yakın hücum oyuncularıydı. Finalde İtalya ve
Fransa aslında aynı dizilişle sahada olmasına rağmen iki takım arasındaki fark
kanat oyuncularının sahip oldukları özelliklerdi. Fransa maça 4-2-3-1 başladı;
İtalya ise daha defansif 4-4-1-1 taktiği ile sahaya çıktı. Bu farklılık etkisini
gösterdi: Camoranesi ve Perrotta tehlikeli hücumcular değildi, onlar
piyonlardı.
Lippi’nin çift forvet olarak ilk seçimi Totti ile Toni’ydi, ve işin
garibi onlar kendilerini göstermek yerine takım için oynamayı seçtiler. Avrupa Altın
Ayakkabı Ödülü sahibi Toni’yi ve efsanevi oyun kurucu Totti’yi, verilen görevi sonuna
kadar yerine getiren oyuncular olarak izlemek tuhaf gelebilir, fakat turnuva boyunca
gerçekleşen buydu. Toni iki gölünü de aynı maçta kaydetti. Fransa 1998’deki
Fransız forvet Stephane Guivarc’h(*)
gibi değildi. Odaklandığı şey takımı rakip kaleye yaklaştırmak için savaşmaktı.
Sadece topu ileride tutmakla kalmayıp aynı zamanda rakip defansı da orta
sahadan uzaklaştırıyordu. Aynı esnada Totti hiç durmadan rakip takıma pres
yapıyordu. Çeyrek finalde kendisiyle markaj yapan Ukraynalı orta saha Viacheslav
Sviderskiy’i oyundan düşürmekle kalmamış, Sviderskiy’nin sebep olduğu boş alandan
takım arkadaşlarının faydalanmasını sağlamıştı.
Bir futbol terimi ile açıklarsak, Toni ve Totti takımlarının iyiliği
için kendilerini “feda” ettiler. Piyonlarla onları karşılaştırmak gerekirse, bu
nasıl ifade edilebilirdi? “Feda” satrançta anlamı en çok kavranabilen
terimlerden biridir. Oyunun başlangıcında, piyonlar oyuna hâkim olma konusunda çok
önemlidir; fakat bir piyonun oyunun içinde ne kadar kalacağını nadiren
bilirsiniz. Bazen bir piyonu kaybedeceğinizi bilerek onu yem olarak rakibin
önüne atarsınız - çünkü piyon rakibi tuzağın içine çeker ve daha güçlü
taşlarınızın hâkimiyeti ele geçirmesini sağlar. Sovyet büyükusta Alexander
Kotov “Merkezdeki piyonların yerleşimi, bir satranç oyununun topoğrafisini
belirler.” diye söyler. Bu İtalya’nın ileri dörtlüsünün yaptığı şeyin aynısıydı.
Daha yakından bakacak olursak, Lippi’nin elinde sekiz piyonu vardı – ayrı ayrı
feda edilebilen altı forvet ve ayrıca Camoranesi ve Perrotta.
Kıymetli taşlar
Atlar ve fillere eşdeğer bulmak zordur ama futbolun içeriğine göre kolayca
tanımlayabileceğimiz dört satranç taşı şah, vezir ve iki kaledir. Şah,
defanstaki son adamınız olan kalecinizdir. En güçlü taş vezir ise uzun paslarla
oyunu istediği yöne çevirebilen, defansın önündeki oyun kurucudur. Son olarak kaleler,
defansın sağında ve solunda yer alan ama kanatlardan bindirmeler yaparak ileri
çıkan kanat bekleridir.
Satranç taşları arasında bir sıralamaya göre, vezir ve iki kale hazine
değerindeki en kıymetli taşlardır (şahı tenzih ederek, çünkü şah paha
biçilemezdir ve mat olursanız oyunu kaybedersiniz). Bu pozisyonlardaki
seçimleri için, Lippi kendisi ile ne kadar övünse azdır: turnuvanın en güçlü
şahı Gigi Buffon, haşmetli vezir Andrea Pirlo ve hiç durmayan kaleler Fabio Grosso
ve Gianluca Zambrotta. İtalya’nın eleme turlarındaki en önemli üç saldırı
silahı hücumcular değildi, onlar geriden gelen Pirlo, Grosso ve Zambrotta’ydı.
Hem yarı finalde hem de finalde maçın adamı seçilen Pirlo turnuvanın
en iyi oyun kurucusuydu. Defansın önünde yer alarak maça ağırlığını koyuyordu. Çapraz
paslar atarak, topu durmaksızın kanat bekleri ile buluşturdu. Satrançta ise vezirin
yolu kaleler ile nadiren kesişir, oyunun sonlarına doğru birbirlerine
yaklaşırlar. Satrançtaki vezire nazire yaparcasına, Pirlo önüne çıkan rakiplerinin
ve takım arkadaşlarının üzerinden pas atabilmek gibi özel bir yeteneğe sahipti.
İtalya’nın golle sonuçlanan ataklarında genellikle iki kalesinin,
Zambrotta ve Grosso’nun imzası vardı. 18. yüzyılın efsanevi satranç oyuncusu
Fransız François-Andre Danican Philidor “Şaha yakın duran filin önündeki piyon
ile şahın önündeki piyonu değiştirmek her zaman avantajlıdır” der. “Bu merkezin
hâkimiyetini almanıza olanak sağlar ve ayrıca saldırması için kalenizin önünü
açar. Karşılaştırma çok açık – kanat oyuncuları rakiplerini bozup orta sahanın
kontrolüne yardımcı olurken, kenar beklerinin bindirme yapabilmesi için alan
açtılar. Perrotta, Grosso için alan yaratırken, Camoranesi aynısını Zambrotta
için yapıyordu.
Ukrayna karşısında alınan 3-0’lık çeyrek final zaferi her şeyi
özetliyordu. Zambrotta gol perdesini harika bir bindirme ile açtı. Grosso’nun
kazandırdığı köşe vuruşundan Toni ilk golünü attı. Ve üçüncü golde Zambrotta’nın
getirdiği topta Toni’ye sadece dokunmak kalmıştı. Her atağın başlangıcı Pirlo’nun
ayaklarına bakıyordu.
İkinci turdaki Avustralya ve yarı finaldeki Almanya’ya karşı oynanan gergin
eleme maçları, Grosso sayesinde kazanıldı. Grosso Avustralya karşısında
tartışmalı ve kritik bir penaltı(**)
kazanılmasına neden oldu ve maçın tek golü bu penaltıyı gole çeviren Totti’den
geldi. Sonrasında 2-0’lık Almanya zaferinde, Pirlo’nun harika ara pasıyla -
turnuvanın en güzel hareketlerinden biriydi – ilk golü atan yine Grosso’ydu.
Bu hamleler oldukça geç yapıldı; Avustralya’ya karşı 90+3’te ve Almanya’ya
karşı ikinci uzatma devresinin bitmesine iki dakika kala. Satranca başlayan her
oyuncuya öğretildiği gibi kalelerin etkinliğini oyunun sonlarında en yüksek
seviyeye çıkar, çünkü boş alanları tümüyle değerlendirirler.
İtalya’nın Fransa’yı mat ettiği finalde, kaleler pozisyonlarını
koruyup ileriye çıkmadılar. Penaltı atışlarında topun başına ilk geçen Pirlo’ydu.
Grosso’nun kullandığı beşinci ve son penaltı sonrası İtalya Dünya Şampiyonu
olmuştu. İtalya’nın satrançvari zaferini, Palermo’nun sol beki Grosso’nun
taçlandırması harikaydı. Sicilyalı defanstan daha iyi kim olabilirdi ki?
Çeviren: Toygar Çalapöver
(*): Daily Mail gazetesi
tarafından “Premier Lig’de oynayan en kötü oyuncu seçilen Fransız forvet.
(**): Penaltı pozisyonun içinde eski GS’lı Lucas
Neill vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder